Yaşadığımız kent deneyimi ve mimarlık mesleğini sürdürme ritüeli arasında geçirdiğimiz hayatımızda güncel mimarlık adına söz söylüyor, yapılar tasarlıyor, yapıların tamamlandıktan sonraki süreçlerini izliyoruz. Genelde ortak bir mimari dilin varlığı ve kabulü üzerinden hareket ediyoruz. Burada mucizevi olan, bu mimari dilin varlığının Orta Tunç Çağı’ndan (MÖ 2000-1750) günümüze kadar olan kökleri ile ayrılmaz bir bütün olması. Bu tarihi kökler hatırlansa da hatırlanmasa da, mimari dilin köklerini unutmadığı bir gerçek. Bizlerin bugüne ve çağa uygun olarak söyleme iddiasında olduğumuz sözler aslında 4000 yıl önce söylenmeye başlanmış sözler. Derrida ve Heidegger’in yapıbozumcu yaklaşımı ile mimari dilin köklerine inildiğinde, yapıya dair özün anlaşılması ile kavramsal ve kültürel anlamda mekân ilişkileri çözümlenecek, günümüz mimari dili ile birlikte anlamlanacaktır.
Tıpkı kelimelerin etimolojik kökenleri sayesinde kavramları doğru anlamlandırmanın mümkün olması gibi, mimari dilde de yapısal öğelerin ve mekân ilişkilerinin köklerine inerek kavramsal mimari okumalar yapmak ve bu okumalarla günümüzde var olan ve gelecekte var olabilecek ihtiyaçları sezerek mekânlar kurgulamak mümkün olabilecektir.
Zaman, haberleşme, tasarım ve mekân kavramları arasındaki ilişkiler içinde bizler için en önemli kavramları yorumlayarak yaşantımıza en verimli şekilde aktarmaya çalışıyoruz. Çağdaş ve bugüne dair yapıları geçmişten geleceğe bir köprü olacak şekilde kurgulamaya çabalayarak inşa ederken yaşanılan kısıtlar, mimari dilin derinliğini ve zenginliğini zedeliyor. Önlenemez şekilde üzerimizde baskı oluşturan hız ve hızlı olma zorunluluğu kentsel, tarihsel ve iklimsel bağlamları ikinci planda bırakıyor. Karsten Harries bu konu ile ilgili şunu belirtmektedir:
“Nöral sistemleri, duyuları ve tepkileri milyon yıllar boyunca gelişmiş olan tarihsel ve biyolojik varlıklar olsak da modern mimari büyük ölçüde geleceğe odaklanmıştır. Biyolojideki zaman, insanlık kültürüne oranla farklı ölçeklere sahiptir. Organizmik süreç, biyokimyasal süreç, ekolojik süreç ve evrimsel süreç gibi. Mimarlık, aslında mekânı evcilleştirmek değil, zaman terörüne karşı derin bir dirençle ve güzellik aracılığıyla zamansız gerçekliği aramaktır” .
Bugünün kent algısı bir yaşam stili seçeneği ve medya deneyimi karması aslında…
Yaşadığımız mekânları ve algımızı daha çok medya ve yaşam stillerimiz belirliyor. Literatüre geçen güncel mimari yapılar, görerek ve fiziksel olarak algılamanın ikinci planda olması sebebiyle tek bir fotoğrafı ile tanıdığımız veya internet üzerinden takip ettiğimiz, üç boyutlu olarak çevresi ile birlikte sanal bir görgü ile izlediğimiz yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Mekânsal algıyı, mekânı deneyimleme ve iklimsel verileri, çevresel dokuyu, bitki örtüsünü, ekosisteme dair hassasiyetleri bir kenara bırakarak yapılan yapılar ne yazık ki günümüz yapı stokunun büyük bir bölümünü oluşturuyor. Günümüz yapıları ile yakın tarihimize kadar inşa edilmiş yapılar arasında fark edilen ciddi kopukluk; bu özden kaçış, kolay algılanabilir ve pazarlanabilir olana yöneliş olarak açıklanabilir. Oysaki mimarlık, Derrida’ nın söylemiyle istekliliğin, arzunun kendini yeniden tanıdığı ve yaşadığı mekânlar oluşturmalıdır. Kenneth Frampton bu konudaki yaklaşımını şöyle aktarmıştır:
“Modern yapıların çoğu gerçekte deneyimlendiği zaman, fotojenik kalitesi detaylarındaki yoksunluk ve kabalık sebebiyle görmezden gelinebilir. Yapının ya da biçiminin pahalı ve gösterişli bir görüntüsü zaman zaman tekrar samimiyetten yoksun hale gelir; Heidegger’in “yakınlık” ın kaybolması olarak gördüğü özellikte, seçilmiş tektonik özelliklerin yapının en içteki girintilerine girdiği, toplam bir kuvvet olarak değil, artikel duyarlılığın açıklanması olarak, modern bir çalışma ile nadiren karşılaşıyoruz. Modern toplum, hala bu gibi kusursuzluk için bir yeteneğe sahiptir ve Aalto’nun en iyi eserlerinde teyit bulur” .
Yakın dönemde oluşan kopukluğunun sebebi ne olabilir? Bu kopukluk, 18. ve 19. yüzyıllardaki Endüstri Devrimi sonucundaki sermaye birikimi hızı ve kentlerin- yapıların “modern” sıfatını alması ile birbirlerini tetikleyerek oluşur. “Modern” yapılar ve “modern şehirler” kontrol dışı bir hızla büyümeye başlar ve doğa-insan dengesi bozulur. Aynı dönemde yeni “modern” ve hızlı yaşam ihtiyaçlarını belirleyerek anlamlandıran Bauhaus ekolü, Aalto, Scarpa, Mies van der Rohe ve Frank Lloyd Wright’ın arayışları moderniteyi anlamlı kılar. Bu mimarların ve ekolün yapıları, üzerinden iki yüzyıl geçse de anlamlı, değerli, estetik ve fonksiyoneldir.
Proje sözcüğü Latince “projectum” sözcüğü kökenli ve ileriye götürmek anlamındadır. Projelerimizle belirlediğimiz yaşam alanları ise bugünün değil geleceğin yaşam alanlarıdır. Peter Zumthor’a göre:
“Mimarinin kendi dünyası var. Yaşamla arasında özel bir fiziksel ilişkisi var. Mimariyi bir mesaj veya sembol olarak değil, döşemedeki ayak seslerinin ritmi için hassas bir kutu olarak, iş konsantrasyonu için, uykunun sessizliği için; hayatın içinde olan ve etrafını saran bir zarf ve hayatın arka planı olarak düşünüyorum. İnşa edilmiş son biçiminde, mimari somut dünyadaki yerini alıyor. Bulunduğu yerde var oluyor. Sözünü söylediği yer burası. Henüz gerçekleşmemiş mimari eserlerin gösterimleri, somut dünyada yerini henüz bulamayan bir şeye seslenme girişimini temsil etmektedir”.
Bizler projelerimizle henüz bulunmayan bir şeye sesleniyoruz. Bu sesleniş yerle ilgili, zamanla ilgili, tasarım ve kültür ile ilgili. Aynı zamanda doğa ile ilgili. Doğal olan, bulunduğu “yer”le ilişki kuran, “yer”in potansiyelini kullanan ve ileriye taşıyan bir sesleniş, bir tasarı.
“Kendimizi ve eserlerimizi doğaya bağımlı olarak görmeye devam ediyoruz, ancak bugünün meydan okuması, doğa ile insan eseri arasındaki kutuplaşmayı değiştirme olasılığıdır. Başka yerlerde bu paradigma değişimini metaforik işlevselcilikten ekolojik işlevselciliğe geçiş olarak tanımladım. Bu meydan okuma, hedefler ve süreçleri, estetik ve performansı, biçim ve işlevselliği, rasyonellik ve güzelliği, sanatsal konular ve etiği ve nihayetinde Doğa Ana’nın çocukları olan kendimizi yeni bir anlayışla ele almaya çağırıyor”. diyor Juhani Pallasmaa
Mimari yapıların kent içinde üzerinde var oldukları yerle olan ilişkileri ve yarattıkları boşluklar kent algımızı oluşturuyor. Doğa-kent-‘modern’ insan üçgeni günümüz kentlerini özellikle Türkiye özelinde her geçen gün daha kötüye gitmekte. Yapı stoğu kalitesizleşmekte, doğa ile kurulan ve insanların mekânlarla kurduğu bağ azalmakta. Kentler ve sokaklar sahiplenilen değil, gelip geçilen mekânlar haline gelmekte, yaşanılan ve ömür geçirilen evler bile en kısa zamanda daha yenisi ile değiştirilmek istenilen, sahiplenilmeyen mekânlara dönüşmekte. Oysa, kentin gelişimini sosyolojik ve ekonomik bağlamlardan bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi ekolojik ve psikolojik bağlamlardan da ayrı düşünemeyiz. Kentleşmenin bu derece kötüye gitmesinin sebebini sosyal ve ekonomik öncelikli olarak gelişen şehirlerin ekolojik ve psikolojik açıdan ele alınmamalarına bağlayabiliriz. “İnsan”; sosyal bir varlık olarak doğa ile de bir bütünken, bu durumu göz ardı ederek gelişen şehirler değişmek zorunda. Araç yollarının sınırları oluşturduğu, sosyal alanların ticarileştirilerek sadece yetişkin insanlar için kurgulandığı ve sosyal ilişkilerin mekânsal olarak imkansızlaştığı noktada tıkanan kentlerimiz, değişmek zorunda.
Kent merkezlerinin yüzyıllardır doğayı merkezi park alanları dışında, yapılarda ve ana caddeler üzerinde dışlayan yaklaşımı ve yoğun yapısal peyzaj öğeleri artık ömrünü doldurmuş görünüyor. Bu tasarımlar yenilenmeye, değişmeye mecburken, yerini doğalı arayan , “sürdürülebilir” ve doğaya öykünen değil doğayı içine alan tasarımlara bırakmak zorunda. Burada sorun, çeşitli doğa unsurlarının (insan doğası da dâhil) sermaye olarak kodlanmasıdır. Doğa, sermayedir veya doğa, sermaye imajında düşünülmektedir. Bu söylemde dahi doğa ve insan başroldedir. Mira Schendel’ in şehir algısı üzerine yaptığı bir enstalasyon çalışması için kent üzerine yaptığı analiz, kenti başka bir algı ile tekrar düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor:
“Deneysel ve görsel olarak, şehir bir dikdörtgen bloklar kümesi olarak algılanıyor. Dikeylik ve yataylık hakimiyetinde. Sokaklardaki çılgınca hareket doğrusal ama kaotik. Makinelerin ritimleri, mimari sertliğe ve kapalılığa karşı büyük bir korkutma aslında. Bu çarpışmanın deneyimi ve imgesi şehri parçalara ayırıyor. Form kayboluyor. Ve yaşanmış zaman.
Büyük bir Archimedean spiral, gökyüzüne karşı çıkan ve birçok açıdan görünen; basit bir formda mimari zevkler ve makinaların katı ve aşırı düzenlilikleri ile çelişen; bir spiral gökyüzüne doğru gelişerek (genişlik) ve var olarak (darlık), bazıları için tematik ve bilinçli olarak, fakat herkes için deneysellikle, taş ve makinelerin ortasındaki yaşam duygusunu yeniden yaratacaktır”.
Yapıları ve kentleri bu derinlik ve incelikle tasarlamak kapsamlı bir işbirliğini gerektiriyor. Ancak mimarların, kentsel tasarımcıların, peyzaj mimarlarının, mühendislerin, teknik ve kavramsal konulardaki danışmanların birlikte çalışarak ürettikleri yapılar bu inceliğe yaklaşabilir. Uzun yıllar süren konsantrasyon ve yoğun çalışmalarla üretilen yakın çağ yapıları, bugün çok daha hızlı üretilmek ve bir adım önde olmak zorundalarsa bu sorun ancak yoğun işbirlikleri ile aşılabilir.
Zumthor’ un yaklaşımı ile inşa etmek, birçok parçadan anlamlı bir bütün meydana getirme sanatı iken; yapılar, insanın somut şeyler inşa etme kabiliyetine tanıklık ederler. İnsan doğası ve hareket eğilimleri üzerinden bir tasarım yapılması ile kentsel mekânlardaki dinamiği hissederek o dinamik üzerinden kentsel tasarımlara yeni bir boyut kazandırılması mümkün müdür?
Hiç şüphesiz ki “çağdaş mimarlık” tüm disiplinlerle işbirliği içinde köklerinin farkında olarak kendini bulacak, gününün yeni yaratım ve yapım süreçlerini oluşturacak ve şu anda içinde olduğu kısır döngüden kendi yeni yöntemleriyle sıyrılacak, geleceğe ilham verecek mekân ve yapıları miras bırakacaktır.
Filiz CİNGİ